30 Mayıs 2014 Cuma

GARDIROPTAKİ ZAMANIN BİLİNMEZ ELÇİLERİ

Naftalin kokulu gardırobun bir köşesinde seneler önce akrabaların Almanya'dan hediye getirdiği çikolatanın alacalı kapaklı kutusunda muhafaza ediliyordu aile albümü...
Annesinin ev işleriyle uğraşmasını fırsat bilen haşarı çocuk, sokaktan arta kalan zamanı rengini-şeklini hafızasına kazıdığı 'şekerdenliği' aramakla geçiriyordu. Genelde ana yadigarı çanakların Antep işi örtülerle dizili olduğu vitrinde yer alan bu azaldıkça çoğalan 'sonsuz kaynak' nasıl olurdu da şimdi yerinde olmazdı? Acaba bizim kaşif yeni keşiflerini evin 'balta girmemiş' alanlarına mı kaydırmalıydı...

Ağızda eriyen kaymaklı, çilekli, kakaolu envai şekerler, çikolatalar, bonbonlar olsa olsa yatak odasına nakledilmişti..
Antep deyimiyle 'Hıs hıs' girdiği loş odada hislerine güvenip gardıroba yönelen çocuk, el yordamıyla gardırobun köşesinde bulduğu şekerdenlik gibi alacalı renkli bu kutuyu büyük hevesle açmıştı. Ancak şekerler, çikolatalar yerine deste deste albümler ve fotoğraflarla karşılaşmıştı.

Fotoğrafların kimi siyah beyaz, kimi sepyaydı (kahverengi siyah tonlarında), kimileri de solgun renkliydi. Neden bazı fotoğraflar böyle siyah beyazdı? Acaba eskiden dünya siyah beyazdı da, renkli televizyonlar çıkınca mı her şey renklenmişti? Yoksa bu insanlar halen üzerlerindeki tozlardan arınmak için reklamlardaki Ayşe teyzenin ACE'sini hiç kullanmamışlar mıydı? Televizyonu tamirciye götürüp kumanda monte ettiren babası belki bu sorunun cevabını verebilirdi. Saçlarını şu Türk filmlerindeki artistler gibi tarayıp poz veren teyzesi olabilir miydi? Hele şu solgun fotoğraftaki çocuklar... Siyah-beyaz bir dünyada hangi oyunları oynayıp dünyalarını renklendiriyorlardı? Tam o gün neleri konuşuyorlardı? Bir de şu insanların göz bebeklerini şeytan gibi gösteren acayip fotoğraflara ne demeliydi? Onlar hangi kozmik alemden dünyaya gelip fotoğraf çektirmişlerdi? Şimdi nerede, ne yapıyorlardı? Bunları da bir gün belki annesine sorabilirdi...

Şeker ararken, siyah-beyaz ve sepya insanları kendi hayal dünyasına katan çocuk, belki de yıllar sonra öğrenecekti bazı soruların cevaplarını...
Tıpkı aynı suda iki kez yıkanılamayacağı gibi her fotoğrafın da sadece o ana özel olup tekrarlanamayacağını...
Yaşam-ölüm çizgisinde bazı sevdiklerimizin aramızdan ayrılıp fotoğrafının daha bir anlam kazanacağını...
Kaybettiiklerimizin gizeme bürüdüğü fotoğraflarında daha önce farketmediğimiz bir gülüş, bir bakış, bir gölge, bir ayrıntı yakalayıp onunla avunulabileceğini...
Zamanın fotoğrafları soldurduğu gibi insanları da soldurduğunu...
Bazı fotoğraflardaki kesik yüzlerin kimler olup, bunu hakedecek ne yaptıklarını...
Fotoğrafların, renklerin, kokuların, seslerin birbiriyle ilişkisini...

Ve Sezen'in radyoda söylediği o eskiden saçma bulduğu şarkı sözleri daha bir anlamlı olacaktı:

"Ah kavaklar, ah kavaklar.
Bedenim üşür yüreğim sızlar.
Beni hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı, kendini boşlukla tamamlar.
Ah omuzumda bir kesik el ki hala durmadan kanar...
Ah kavaklar..."

MZG

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder