Kore gazisiydi dedem...
Öleceği güne kadar asker disiplinini gözle görülmeyen manevi bir üniforma gibi hep üzerinde taşıdı...
Bazen onları ziyaret edip orada kaldığım günlerde şunlara şahit olurdum: Sabah ezanı, dakkasını şaşmayan kurmalı saatin ziline uyanılırdı. Dedem o yuvarlak ve tıkırtılı saate hep güvenir, sadakatine inanırdı... Gün daha ağarmadan 'Ya fettah, ya rezzak' diyerek açtığı odasının ışığı bahçeye vururdu. Çizgili pijamasıyla hayada (bahçeye) çıkıp yılların yorgunu plastik çerçevesi olan aynalı lavabo önünde adeta bir askeri tekmile çıkarcasına güne hazırlanırdı...
Her gün aynı saatte gerçekleşen bu merasim, onun camiye gitmesine kadar devam ederdi.
Hemen hemen aynı saatlerde uyanan ninemin de sabah namazını kıldıktan sonra mutfakta kahvaltı hazırladığını, çay bardağının içine konulan kaşık ve kap kacak seslerinden anlamak zor olmazdı. Odadaki en ufak tıkırtıya uyanan ben bu hengame yaşanırken çayın demlenme süresince ikinci fasıl uykuya dalabilmenin güvencesini yaşardım. Daha sonra ninem tarafından uyandırılıp yukarı fırındaki ekmekçiye koşar, nedense onun 'Ne tez geldin?' sözünü duymaya can atardım.
Kahvaltının hazırlanması ile dedemin camiden eve gelmesi de tıpkı o sabahki kurmalı saatin sadakati gibi vaktini şaşmaz aynı dakikalara denk gelirdi. Sofraya, taaa köyden Maya teyzenin gönderdiği taze tereyağı, Antep peyniri, reçel ve tahin-pekmezi dizilir, sıcacık ekmeğe katık olurlardı. Kahvaltı sırasında ya, Türk ulusal radyosundan, yada televizyondan tok sesli sunucuların sesinden haber bültenleri dinlenirdi...
Bunca yıl geçmiş, şimdi ne zaman sabah erken kaygıyla uyanıp aynanın karşısına geçsem, o yarısı bitmiş el sabununu, nemli havluyu ve o yorgun lavabo önünde mavi çizgili pijamasıyla rahmetli dedemi anımsayıp şöyle derim: "Ya fettah, ya rezzak!"
MZG, 1994
Öleceği güne kadar asker disiplinini gözle görülmeyen manevi bir üniforma gibi hep üzerinde taşıdı...
Bazen onları ziyaret edip orada kaldığım günlerde şunlara şahit olurdum: Sabah ezanı, dakkasını şaşmayan kurmalı saatin ziline uyanılırdı. Dedem o yuvarlak ve tıkırtılı saate hep güvenir, sadakatine inanırdı... Gün daha ağarmadan 'Ya fettah, ya rezzak' diyerek açtığı odasının ışığı bahçeye vururdu. Çizgili pijamasıyla hayada (bahçeye) çıkıp yılların yorgunu plastik çerçevesi olan aynalı lavabo önünde adeta bir askeri tekmile çıkarcasına güne hazırlanırdı...
Her gün aynı saatte gerçekleşen bu merasim, onun camiye gitmesine kadar devam ederdi.
Hemen hemen aynı saatlerde uyanan ninemin de sabah namazını kıldıktan sonra mutfakta kahvaltı hazırladığını, çay bardağının içine konulan kaşık ve kap kacak seslerinden anlamak zor olmazdı. Odadaki en ufak tıkırtıya uyanan ben bu hengame yaşanırken çayın demlenme süresince ikinci fasıl uykuya dalabilmenin güvencesini yaşardım. Daha sonra ninem tarafından uyandırılıp yukarı fırındaki ekmekçiye koşar, nedense onun 'Ne tez geldin?' sözünü duymaya can atardım.
Kahvaltının hazırlanması ile dedemin camiden eve gelmesi de tıpkı o sabahki kurmalı saatin sadakati gibi vaktini şaşmaz aynı dakikalara denk gelirdi. Sofraya, taaa köyden Maya teyzenin gönderdiği taze tereyağı, Antep peyniri, reçel ve tahin-pekmezi dizilir, sıcacık ekmeğe katık olurlardı. Kahvaltı sırasında ya, Türk ulusal radyosundan, yada televizyondan tok sesli sunucuların sesinden haber bültenleri dinlenirdi...
Bunca yıl geçmiş, şimdi ne zaman sabah erken kaygıyla uyanıp aynanın karşısına geçsem, o yarısı bitmiş el sabununu, nemli havluyu ve o yorgun lavabo önünde mavi çizgili pijamasıyla rahmetli dedemi anımsayıp şöyle derim: "Ya fettah, ya rezzak!"
MZG, 1994
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder